Home > Gerçek Dergisi > İnsan Bilgisi ve Felsefe – 2

İnsan Bilgisi ve Felsefe – 2

Yazının ilk bölümü için tıklayınız

B- Felsefenin iki temel problemine bakışımız

Felsefe, İlim ve Din

Düşünce tarihi incelenine görülüyor ki, insanoğlunu meşgul eden birkaç temel soru olmuştur. İnsanoğlu, kendi düşüncesi dışında var olan varlığı tanımak, öğrenmek ve bilmek istemiştir. Düşüncesinin konusu olarak kendisi, içinde yaşadığı toplum ve nihayet kâinat onu ilgilendirmiştir. İnsan düşüncesi dışında mevcut olan varlığın bilgisi hakkında, insan düşüncesine temel hizmeti gören disiplinler bulunmuştur. Bunları “felsefe”, “ilim” ve “din olarak isimlendirmek mümkündür.
İlimler, maddenin veya canlı varlığın bir bölümü hakkında bilgi vermeye çalışıyorlar. Mesela, genel olarak maddedeki değişmeleri inceleyen bilgi dalları; fizik, kimya, fizikî kimya vb… Fizik maddedeki fizikî değişmeleri, kimya, kimyevi değişmeleri inceliyor.
Belirtmek gerekir ki, her bilgi dalının prensibi, teorileri ve metodu, kendine hastır. Ayrıca ilimler “nedir?”, “niçin?”, “nasıl?” gibi, insan düşüncesinin temel sorularını cevaplamayı bırakmışlardır. İlimler, bilhassa müspet ilimler, “formüle etmeyi” esas alıyorlar.
İlimlerin, hem konularını sınırlama mecburiyeti, hem de soyut formüllerle yetinmeleri, “objektif varlık” hakkında genel bir fikir edinmeye mani bulunmaktadır.
Fakat insanoğlu, kâinat ve zaman içindeki yerini doğru olarak bilmek ister. “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum, ben neyim, kâinattaki yerim nedir?” diye sorar. Bu sorulara cevap veren iki disiplin vardır. Din ve felsefe…
Felsefe, insan bilgisinin vardığı neticelere ve imkânlarına dayanarak yapılmış bir genelleme ve sentezdir. Gayesi ise, yukarıda söylediğimiz temel sorulara, doğrudan veya dolaylı olarak cevap verme denemesidir.

Şu halde felsefe, insanın bilgi vasıtaları yani a) duyuları(aletleri) b) aklı(aklın çalışması – düşünce, hayal gücü ve ilham) ile varlığın(kâinat ve hayatın) izahına çalışıyor.

Demek ki, felsefe, bu vasıtalara dayanan bir araştırma yolunun vardığı neticeler demektir ve insan bilgisinin doğrulayan mutlak bilgi kaynağı ve vasıtasını inkâr etmektedir.

Bilgi edinme yolu(bilgi teorisi) yönünden, felsefenin karakteri budur. Ancak, İslam mütekellimini(kelamcıları), kilise filozofları ve Yahudi ilahiyatçıları, vahyi kabulde birleşirler. Fakat Yahudi ve Hıristiyan ilahiyatçıları, sadece kendi peygamberlerine inen vahyi, onun risaletini, temel prensiplerini kabul ederler.

Bilgi Teorisi Yönünden Felsefe

Bu istisnalar dışında felsefeyi bizim, önce bilgi teorisi yönünden tenkit etmemiz gerekiyor. Bu tenkidin dayanacağı esas ise, insan bilgisinin mahiyeti ve insan bilgi vasıtalarının sınırları meselesidir.
Bunlar şunlardır:
a. İnsan düşüncesi, “toplama” ve “çıkarma”ya irca edebilir. Düşünürken yapılan işlem budur.
b. İnsan düşüncesi, “kavramlar” ile düşünür. Ve kavramlar, gerçeğin aynı değil, onun hayalidir.
c. Bu kavramlardan pek çoğu, dış dünyanın değişik görünümlerinin zihnimizdeki hayalidir. Ve tam tamına gerçeği aksettirmez.
d. Kavramlardan birçoğu zihnimizde mevcuttur. Objektif âlemde var olup olmadığını bilmemekteyiz. Mekân, zaman, sebep-netice (yani illiyet), ayniyet, rakamlar, şekiller vb…
e. Düşüncemizin uyduğu mantık kaideleri, sadece kavramlar arasında bulunan zaruri oranları ortaya koyar. Yani, mantıken doğrudurlar. Realitede doğru olup olmadıklarını bilmemekteyiz.
f. Bilgi kaynaklarımızın dayandığı duyu vasıtaları ve aletlerimiz, bize ancak sınırlı ve ihtimali bir bilgi verir. Bu sınırlara kısaca işaret ettikten sonra, bazı örnekler üzerinde çalışalım:

Meselâ: duyu vasıtaları ile (deney ve gözlem) alınan hayaller, parçalanmaz, bütün ve daimi seyir halinde olan dış âlem hakkında parçalı, anlık fotoğraflar gibidir.
Misal verirsek, bir deney prosesi içinde, iki bilyenin birbirlerine vuruşunun fotoğrafını çektiğimizi düşünelim. Öyle gelişmiş bir fotoğraf makinelerinin olduğunu düşünelim ki, bize vuruş anında bilyelerin hareketi ile ilgili 1.000.000.000 fotoğraf versin. Bunun anlamı nedir? Bir saliselik zaman dilimi içinde, çarpma ile ilgili 1.000.000.000 durum fotoğrafı. Fotoğraf sayısını ne kadar artırırsak artıralım, bir hareketin tümü ile değil, sadece hareketin son derece küçük zaman aralıkları içindeki yerini bilebileceğiz. Özetle, bütünü, yani tam gerçeği bulamayacağız.

Ayrıca, duyu vasıtalarının ve bilhassa deney vasıtalarının yanılma imkânı olduğu unutulmamalıdır. Hiçbir terazi, hiçbir ölçme vasıtası hatasız değildir. Mesela son derece hassas bir terazinin bile eşit gösterdiği iki kütle birbirinin aynı olamaz.

Ayrıca gerek matematikte, gerek deneyde bazı kemiyetleri ihmal ederiz. Cebir işlemlerinde ihmal edilen (epsilon), mesela piramidin hacminin hesaplanmasında ihmal edilen sayılar ve deneylerde ihmal edilen kemiyetler böyledir.

Bunlara çekirdek fiziğinde deney vasıtasının deneylenen üzerinde meydana getireceği değişmeleri ihmal ettiğimizi ekleyebiliriz. (Heisenberg’in izahı)

Ayrıca, ilimlerin prensiplerinin tecrübe üstü kabul edilişini ve bazı kanunların ise ancak tahayyül ettiğimiz şartlarda doğru olabildiğini hatırlamalıyız. Mesela, basınç ve ısı ile ilgili kanunlar, mutlak boşlukta “tam” geçerlidir. Hâlbuki mutlak boşluk reel değildir.

Hülasa, insan bilgisi (bu kaynaklara dayandığı ölçüde) ihtimalidir, izafidir. Her ilmi ilerleme, daha öncekileri tashih ederek ilerler. İlerleme varsa izafilik de vardır.

İlmi çalışmada(yani sınırlarını çizdiğimiz bir konuda) bize faydalı bilgiler verebilen “ilim yapma” imkânımız, kâinat ve hayatın genel izahında tatminkâr değildir. İlmî çalışmaların neticelerinde tatminkâr sonuçlar alabiliyoruz; ama insanın hayatî problemleri karşısında birbirini tutmaz nazariyeler içinde bocalıyoruz. Bu da, tabii bir şeydir. Çünkü her konu, kendisini bilmek için ayrı araştırma yolları gerektiriyor. Mekaniğin kanunları, makro kozmosun kanunları, mikro kozmosun bilebildiğimiz kanunları farklı… Hiç kimse, çekirdek fiziğini, basit matematik işlemler yoluyla kavramaya çalışmıyor. Yani farklı kanunlar, farklı araştırma metod ve disiplinleri gerekiyor.

Kâinat ve hayata “doğru” bir bakış, insanı varlığı hiçbir şeye bağlı olmayan, kendi kendine var olan ile temasa getirir. Yani, tamamen farklı bir araştırma ve düşünce alanına girmiş oluruz. Burada, madde ve tezahürlerini incelemede, bize ihtimali bir gerçek bilgisi verebilecek metotlarımız, büsbütün yetersiz kalır.

Ayrıca, hatırlamalıyız ki, “şeyler” arasında değişmez, sabit bir oranı ifade gayretinde olan ilmi bilgimizin ortaya koyabildiği mefhumlarımız şunlardır: “sebep-netice”, “cevher-araz” ve nihayet “eşitlik”. İşte, varlığımızın tezahürleri arasında münasebet kurmaya yarayan kavramlarımız bunlardır.

Bu kavramlar, kendi kendine var, değişmez, ebedi, ezeli ve sonsuz var olanı ve onun objektif âleme müdahalesini aradığımızda, hiçbir mana ifade etmez. Hele sınırlı, izafi, ihtimali ve tekâmülcü bilgi vasıtalarımız ve metodumuzla bu büyük problemin halline çalışmak manasızdır. Varılan hayalleri ise, hakikat zannetmek, büsbütün hatadır.

İşte felsefe, belirli bir alanda faydalı neticeler veren metodun, daha farklı bir alana tatbikinden doğan bir hatadır.

Bu hata, objektif âlemin ve belirtisinin, onun var oluş şartı yapılmasıdır. Mesela, varlığı; “kütle”, “hacim”, “şekil”, “hareket”, “enerji” ile birlikte görüyoruz.

Ve bunlar arsında bir münasebetin var olduğunu fark ediyoruz. Eğer varlığı, bu belirtilerden biri ile izah eder, bunu temel sebep kabul edersek, ilmîlikten uzaklaşırız. Kâinatı ve hayatı, bir sihirli prensiple izah çukuruna düşmüş oluruz.

Meselâ, bu prensibi “madde” kabul edersek maddeci “zekâ” dersek stoacı; “form-suret-fikir” dersek idealci; “irade” dersek iradeci vb. oluruz. Ve burada düşülen hata, sınırlanmış bir konu da bize ihtimali bir bilgi veren düşünce metodunu sınırsız, mutlak ve değişmez gerçek alanına da uygulamaktan doğar.

Bilgi Teorilerine Bakışımız

Felsefe mekteplerinin ayırım çizgilerinin birinci olarak kabul ettiğimiz “Bilgi Teorisi” açısından, felsefe okulların bakalım. Bilgi teorisinin de temeli olarak kabul ettiğimiz “insan bilgisinin özü” meselesi, bizce felsefe cereyanlarını araştırmada, bir mihenk taşıdır.

Bu bakış açısından, felsefe mekteplerini iki temel okulda toplanmış görüyoruz.

a. İnsan bilgisinin tanrılaştırılması
b. İnsan bilgisinin inkârı

Yukarıda, insan bilgisinin, özü itibarıyla “sınırlı”, “izafi”, “ihtimali” ve “gelişmeci” olduğunu belirtmeye çalıştık. Ve bilgimizin gerçekle münasebetinin mutlak, sınırsız ve değişmez olmadığını gösteren deliller üzerinde durduk. Bu bakımdan, ister ampirist, ister rasyonalist ve isterse sensualist olsun, bütün dogmatik felsefe mekteplerinin, insan bilgisinin özü göz önüne getirildiği taktirde, iflas etmiş olduklarını söylemek gerekir.

İnsan bilgisinin inkârı temayülü etrafında topladığımız felsefe okulları ise, uzun bir zamandan beri tarih olmuş sayılabilirler.

On-sekizinci asrın dogmatik rasyonalizminin çocuğu materyalizm, yirminci asırda büyük siyasi ve askeri güç elde etmiş olmanın avantajına rağmen, bu asırda pozitif ilimlerin ortaya çıkardığı yeni problemler karşısında derin bir sarsıntı geçirmektedir. Aynı şekilde, Hıristiyan düşüncesi, gerek Katolik, gerekse Ortodoks olsun; mutlak gerçekle vasıtasız temas imtiyazı iddiasını ispatlayacak ve mantıki ne müspet ve ne de tarihi bir delile sahip bulunmaktadır. Protestan düşüncesi ise, hemen hemen doğuşundan bu yana, ilmi düşünce ile dini ve felsefi düşüncenin alanını ayırdığı gibi, bu ayrı ayrı alanlarda var olan bulguların birbiri ile alakası üzerinde düşünmek vecibesini yüklenmekten kaçınıyor denebilir. Kısaca bu son düşünüş stili; ilim, felsefe ve din alanında birbirinden bağımsız, hatta birbirine zıt hükümlere aynı anda inanma temayülündedir.

Netice olarak, asrımızda hâkim düşünce şekilleri, insanın en büyük problemi olan “kâinat ve zaman içindeki yeri” meselesi karşısında tam bir çıkmaza girmiş bulunuyorlar. Ve böylece, bu azametli soru cevapsız kalmış görünüyor. İnsanın maddi ve manevi aksiyonu, doğrudan doğruya bu soruya cevap vermeye bağlıdır. Ancak, insan bilgisinin özü ve vasıtalarının sınırı gibi kesin bir sınır çizgisi, bu problemin çözülmesinde en büyük engel durumundadır.

Bu engel nasıl aşılabilir? Bu engel, ancak, mutlak bir bilgi kaynağı varsa ve bu bilgi kaynağı ile insan şuuru arasında doğru bir münasebet kurulabilirse, insanın büyük problemini çözümlemede, aşılması gerekli sınır aşılabilir. Ancak bu yolladır ki, insan bilgisinin sınırlı, tekâmülcü, izafi ve ihtimali karakterinden doğacak mahzurlar, mümkün olan asgariye iner ve insan bilgisi onu “en az hatalı” hududunda tutacak temel, kılavuz ve kontrolcü prensibe kavuşabilir.

Özetle, milli düşüncemizin, insan bilgisinin özü ve vasıtalarının mahiyetine dayanarak ihtimali, izafi, sınırlı ve gelişmeci özellik taşıdığını belirtiyoruz. Bu tespitimizle, insan bilgisini tanrılaştıran bilgi teorilerini reddediyoruz. Aynı şekilde, insan bilgisinin mutlak bilgi ile temas imkânını reddeden, insan bilgisini inkâr eden felsefelerden; mutlak bilgi kaynağının, bütün insanlık tarihi boyunca insan şuuruna, kendine mahsus vasıtalarla serpilişi vakıasına şahit tutarak ayrılıyoruz.

Aykut Edibali

İLİM, KÜLTÜR VE SAN’ATTA GERÇEK
CİLT: 1
1 TEMMUZ 1975
SAYI: 1

Categories: Gerçek Dergisi
  1. mehmet selim polat
    June 25, 2009 at 5:37 pm

    İslamın olmadığı yerde,felsefenin önemi olmaz.Dünyadan islamı silmeye çalışıyorlar ama Allah dinini tamamlıyacaktır.
    Çünkü tek ve hak din islamdır.
    Malumaliniz.
    İslamın olmadığı yerde bütün düşünce ve felsefenin önemi olmz.
    Bizi ilgilendiren Türkiyede islam yaşanmamakta,dolaylı yoldan ysaklanmaktadır.Tağuti sistemler,Putperestlik,Laik ve demokrasi adı altında ahlaksızlık yaşanmaktadır.
    Kişisel fikir ve düşünceler önem kazandırmaz.
    İslam hakim olmalıdır,ama nasıl?.

  2. Mehmet Can
    June 25, 2009 at 9:37 pm

    Felsefe, çağımızda itimat gören, muteber bir disiplin. Avrupa materyalist felsefenin üzerine inşa etti kendi dünya görüşünü. Kaybetmeye, çürümeye mahkum. Neden?
    Bu sorunun cevabını bize, felsefe verir. Hangi felsefe? Kaynağını Kur'andan alan felsefe. Hayatı gerçeğin vehmi ile değil, gerçeğin kendisi ile izah eden felsefe.

    Çürümüşlüğünün ispatı, müslümanın görevi.

    İslâm, mütekâmil, gerçeğin ta kendisini haber veren, kaynağını yaratılanın vehminden değil, yaratanın kendisinden alan, muharref olmayan yegane sistem.

    Dolayısıyla, felsefe'den haberimiz olacak ki, muharref ile asıl'ın farkını görelim, gördüğümüzü gösterelim.

    Tüm tağuti sistemlere, putperestliğe karşı dimdik ayakta durabilelim.

    İslam'a dört elle sarılalım.

    Allah yardımcımız olsun.

  3. Anonymous
    June 25, 2009 at 9:39 pm

    Yeniden, yeniden, yeniden milli mücadeleye!

    Tüm hayatı izah denemelerinin iflas ettiği, çürümüş bir ideolojiler bataklığında, islam ile kurtuluşa. Huzura. Evrensel ve MUTLAK ADALETE!

    yeniden diriliş,
    diriliş,
    diriliş.

  4. Anonymous
    June 28, 2009 at 8:02 am

    felsefe ile pek ilgilenmiyorum ama bu gerçeğin gölgesi üzerine medeniyyet inşa etme düşüncesinin(mevcut tağuti sistemlerin temelleri) ne kadar temelsiz ve saçma olduğunu her zamankinden berrak biçimde görebilmemi sağladı.

    teşekkürler.

  5. Anonymous
    June 28, 2009 at 8:02 am

    aslı medeniyyet değil, "edeniyyet" demeliydim…

  1. No trackbacks yet.

Leave a reply to Anonymous Cancel reply